• img
    • Yeni normale alışmak mı dediniz?

      Yeni normale alışmak mı dediniz?

      Yeni normale alışmak mı dediniz?

      Salgın, yeni bir hayat düzeni oturtmaya çalıştığımız dönemde yakaladı bizi. En yakınlarımızı, yıllardır emekle büyüttüğümüz dostlukları ve alışmış olduğumuz güvenli konfor alanını geride bırakarak, ama yazın mutlaka kavuşmak ümidiyle ayrılmıştık. Özellikle, taşındığımızın ilk yılı alışma sürecimiz hem biz hem çocuklar açısından kolay olsun diye sık sık seyahat koymuştuk takvime. Ama, hayat siz plan yaparken başınıza gelendi, öyle değil mi?

      Deplasmanda ülkenize, kültürünüze sahip çıkma güdüsüne bir başka yazıda değineceğim, orada hoş anılar biriktirmekteyiz. Şu diaspora psikolojisi sahiden bambaşkaymış, ilk elden tecrübe ediyorum. Bir kere dostlarınız gidişinizden ötürü ziyadesiyle buruk ve gittiğiniz yerde daha iyi, daha mutlu olacağınızdan daima şüphe ettiğinden-öbür türlüsünü kabullenmek belki de incitici olduğundan- zoraki bir “Hamdolsun!” psikolojisi içine giriyor insan. “İyiyim,” “Benim için endişe etme!”, “Her şey yolunda!” deme gereği…Tuhaf şekilde, halinizden memnun olduğunuzu söylerken de, bu kez vicdan azabı duyuyorsunuz. Bu arada, hayatta kalma dürtüsü tam gaz, karşılaştığınız problemlerle cevval şekilde mücadele ederken hakikaten kendi limitlerinizi keşfediyor ve yeni beceriler ediniyorsunuz. Ama işte, duygusal yükü paylaşmaya gelince yakınlarınızı üzmemek, onları endişeye sevk etmemek adına, yaşadıklarınızın hep bir kısmını kendinize saklıyor, veya varsa yeni edindiğiniz, sizin gibi aynı tecrübelerden geçmiş dostlarla derdinizi paylaşıyorsunuz. Bu dayanışma durumu, herkesin birbirine en kırılgan haliyle görünmekten gocunmadığı, filtresiz, gerçek dostlukların yeşermesi için imkan sunuyor. Haliyle şükrediyorsunuz…

      Salgın başladığından beri geriye dönük yaptığımız etkinlikleri düşününce, sosyal hayatımızdan taviz vermemek için fazlasıyla direnmiş olduğumuzu ve hatta bir hayli lakayt davrandığımızı fark ediyorum. Mesela, en son 7 Mart’ta nehir kenarında yürüyüşe çıkmış, günün her saati tıklım tıkış London Borough pazarını dolaşmış, bir parça Brownie için uzunca kuyrukta beklemiştik. Oraya da metroyla gitmiştik tabii. Ne denir, verilmiş sadakamız varmış artık… Ondan sonraki hafta “Okullar kapanmalı mı?” tartışmasıyla geçti zaten ve hemen akabinde kısmi tecrit başladı. Restoranda yediğimiz son yemek, sinemada izlediğimiz son film, ayaküstü içtiğimiz son kahve yanımıza kâr kaldı.

      Aslında evde herkese yetecek özel alan ve etrafımızda da sayıca birçok park olduğundan şikayet etmek nankörlük olur. Ama okul çağında çocuğu olan her aile gibi, ev düzeni öyle bir tepetaklak oldu ki… Tempomuz, rahmetli Gazanfer Özcan’ın tiyatro oyunları gibi. Biri bir kapıdan çıkıyor, öbürü diğerinden giriyor. Soluksuz bir koşuşturma, plan program…Kuşkusuz, çalışan annelerin durumu kat be kat zor. 7/24 evde yaşam, bitmek bilmeyen bir yemek pişirme ve mutfak temizliği döngüsü demek. Alışverişe her gidiş, ürün bulamama, dahası virüs kapma endişesi ve satın alınanların sterilizasyon süreciyle (ben bu noktada çoktan saldım gitti) eziyete dönüşmüş durumda. Ev işi ve çocukların ders takibi-eşler ne kadar yardımcı olursa olsun-bir noktada kadının üzerine daha fazla yıkılıyor. Şahsen, iş projelerimi ve planlarımı revize etmek zorunda kaldım. Gün içinde niyet ettiğimin ne kadarını bitirirsem, o kadar iyi. Zaten, oldum bittim gece çalışamayanlardanımdır. Uyku pek tatlı gelir. Sabahları ise zımba gibi, ışıl ışıl, hatta pek çoklarına göre sinir bozucu bir pozitiflikle uyanırım. Bu anlattığım tempoyla, gece olunca haliyle sızıyorum.

      Düşününce…Yeni düzenin en yorucu tarafı, deşarj olma kanallarımızı kaybetmiş olmamız. İş ve yaşam alanı aynı yerde olunca ne tam anlamıyla paydos edebiliyorsun, ne de dikkatini vererek çalışabiliyorsun. Hele, salgın sebebiyle web üzerine taşınan, böylelikle lojistik maliyetler ucuzladığı için pıtrak gibi çoğalan online paneller ve Zoom toplantılarına yetişmek ayrı bir çaba gerektiriyor. Tüm bu grift ev-iş dinamikleri içinde hayatın akışı da kaotik, hatta sitcom tadında. Bilgisayarda canlı yayınımı bitirip, makyajımı silmeden odamı süpürüp sildiğim veya kulağımda kulaklık, nevresim ütülerken “Ne olacak bu S-400 meselesi?” konulu program dinlediğim oldu.

      Bununla birlikte sosyal etkinliklerimizi, büyük ölçüde yitirdik maalesef. Bir taraftan, eve sığdırmaya çalıştığımız hayatın ,sosyal medya sağ olsun, ekrandan taşma durumu var. Ne pişirdin? Pencerenden ne gördün? Hangi egzersiz programını takip ediyorsun? Ama gelin görün ki, hiçbir zoom partisi, bir arkadaşınla karşı karşıya oturmanın yerini tutmuyor, tutamaz da. Hele, bizim evde tribe giriş denemeleri yapan bir ergen adayı, bir de yetişkinimiz var. Özellikle, yazın arkadaşlarıyla güney sahilleri hayali kuran büyük oğlum için durum, balayında kayınvalideyle otelde hapsolmak gibi bir şey oldu. Tabii, çok daha büyük sınavlar varken, benim anlattıklarım dert sayılmaz…Ama işte herkes, kendince bir mücadele veriyor bu dönem.

      Gerçekten bu yeni duruma, belirsizliğe adapte olabilen kazanacak mı?... Adapte olmak aynı zamanda kabullenmeyi gerektiriyor. Herkesin gelirinin ve alım gücünün belli ölçüde azalacağını, yeni mezunların çoğunun iş bulamayacağını, eskisi gibi aklına estiğinde, imkanın elverdiğince seyahat edemeyeceğini, öngörülemeyen bir tarihe dek, sevdiklerine kollarını sıkıca dolayıp sarılarak, hasret gideremeyeceğin gerçeğini kabullenmek…Az buz değil. Polyanna değilseniz, bu şartlarda kafayı sağlam tutmanız pek kolay görünmüyor. Ya da şöyle de bakabiliriz, en iyi kim Polyannacılık oynarsa, o kazanacak…

      Peki, kısmi karantina sürecinin üzerinden 2 ay geçti, alışabildik mi? Evet ve hayır…  Kendime bakıyorum…İlk zamanlardaki haber takibim azaldı. Önceleri daha inişli çıkışlı olan ruh halim, şimdilerde nispeten sakin. Ama belli de olmuyor, bir gün iyi, üç gün sonra kendini birden dipte buluveriyor, insan. Galiba ben sebebini biliyorum. Şu kabullenme noktasında kendimi kandırmaya çalışıyorum. Hani, azıcık kabullenmişim gibi yapıp, bir taraftan eski rutinlerimi nasıl geri alırımın hesabındayım. Hayat bu, yer mi böyle numaraları?...

      Hayal kuruyorum… Havayolları uçuşlara başladıktan sonra ‘annemleri en erken ne zaman görebilirim?’in alternatif risk analizlerini yapıyorum. Tek kişi gidip, uçakta virüs kapmaktan yırtar, 14 gün karantinadan sonra bir hafta yanlarında kalırsam, çocuklar evlenecek yaşa gelmeden geri dönmüş olur muyum? Bu zaman zarfında hem annemleri hem kendi çekirdek ailemi hasta etmemiş olursam tabi… Tam bir “Boşa koydum dolmadı, doluya koydum almadı,” durumu…

      Bir taraftan evde hijyen standartlarını çok titizden, temize ancak düşürebilmiş olmanın  rahatsızlığı batıyor. Merdiven trabzanlarının arasında biriken tozlarla göz göze gelmemeyi başardım diyelim, ya sürpriz şekilde karşına çıkan örümcek ağları n'olacak?... Zaten Londra'nın meşhur iri kıyım örümceklerinin ağ yapma becerisini gördükten sonra ciddi ciddi karıncaların gölgesinde kalmalarının haksızlık olduğunu düşünmeye başladım.  Arada, 4. Sınıfı küçük oğlumla yeni baştan okuyorum. Bu sene mezun olursam, doktoraya devam edeceğim, kısmetse. Ama yine şikayet etmiyorum. Önce sağlık, öyle değil mi?

      Bu yeni rutine de bir şekilde ayak uydurmaya çalışıyoruz. Hatta bana yeni şeyler öğretti salgın. En çok da etrafımdan yardım istemeyi. Öyle eskisi gibi her işe kahramanca atılmıyorum. Tersine teslim olup “bu beni aşıyor” dedikçe başkalarına alan açıldığını ve takım ruhu içinde iş bölümü yaptığımızı fark ediyorum.

      Bazen unuttuğum oluyor, pandemiyi, ölü sayılarını…Bakıyorum bahar dalları açmış dışarıda. Gökyüzü, Londra'yı gri bilenleri utandıracak denli masmavi, pırıl pırıl. Mor salkımlar, evlerin duvarlarını örtmüş…Kışın çırılçıplak kalan ağaçlar yemyeşil yapraklanmış. Şansıma bir de çimleri yeni kesmişlerse parkta, değmeyin keyfime…Sokakta o ilk maskeliye rastlayıncaya dek, sürüyor bu mutluluk hali. Sonra bir kasvet çöküyor, sormayın. Kaldırımlarda karşılaştığımız insanlarla, video oyunu karakterleri gibi hoplaya zıplaya, köşe kapmaca oynayarak evin yolunu tutuyoruz.

      Ya özlediklerim?Olmaz mı?... Kavuşmak için gün saydıklarım…Şöyle kaygısız, koronasız dost sohbetleri, kadeh tokuşturmalar…Kahkahalarla gülmek gözünden yaş gelinceye dek, kalabalıklara karışmak yeniden… Kumsalda yürümek. Bir de, ne zaman İstanbul’u özlesem gözümün önüne geliyor hep… Bebek Yokuşu’ndan inerken, hani insanın birden karşısına çıkıveren Boğaz’ın, o yürek hoplatan güzelliği…

      Kim bilir ne zaman yeniden buluşacağız?...

      İnsana dair en yaman çelişkidir, ölümlü olduğunu unutarak yaşaması. Her cenaze töreninde, geçici süreliğine, yeniden anımsayarak… Salgınla birlikte hayatımızın ansızın bitebileceği, sevdiklerimizi kaybedebileceğimiz gerçeği ile birlikte yaşamaya başladık. Belki de ta en başından, sağlıklı olanı buydu. Bu durum, zoraki de olsa, hayattaki değerlerimizi ve önceliklerimizi sorgulamaya itiyor. O yüzden, alışmanın ötesinde, içimize döndüğümüz bu dönemi bir yeniden yapılandırma süreci gibi görmekte fayda var. Görebilirsek eğer…Bu şekilde, arkamızdan nasıl bir iz bırakmak istediğimize karar verip, umarım hikayenin hiç değilse devamını, dilediğimiz gibi yazabiliriz.

      Sağlıkla kalın!

      s.

      salgın pandemi londra taşınmak özlem hasret sevdiklerimiz aile uçak seyahat tecrit karantina normalleşme covid19 türkiye istanbul