• img
    • Seçimler sonrası  Türk dış politikası

      Seçimler sonrası Türk dış politikası

      Seçim sonuçlarının yankıları süredursun, Türkiye'yi dış siyasette rehavet kaldırmayacak denli yoğun bir gündem bekliyor. Yabancı çevrelerce en çok merak edilen konu, sandıktan güçlenerek çıkan milliyetçi-muhafazakâr bloğun Türk dış politikasını nasıl şekillendireceği.

      Kuruluşundan bu yana DNA'sında daima milliyetçilik barındırmış olan Türk toplumunda bu damarın güçlenmesi özellikle de küresel ölçekte yükselen milliyetçi-popülist siyaset trendi göz önüne alındığında çok da şaşırtıcı sayılmamalı. Bu tablo aynı zamanda bize, 7 June 2015 seçimlerinden bu yana iktidarın Milliyetçi Hareket Partisi MHP ile yakınlaşması ve bu bağlamda izlediği- milliyetçi duyguları harekete geçiren politikaların- seçmende karşılık bulduğunu gösteriyor. Nitekim erken seçim kararı alınırken, Suriye'ye düzenlenen askeri operasyonların pekiştirdiği milliyetçi duyguları oya çevirme hesabının etkili olduğu da biliniyordu. Buradan hareketle, dış politikada 24 June öncesine kıyasla çok büyük değişiklikler, U-dönüşler, beklememek gerek. Elbette sahadaki gelişmeler birtakım rötuşlar yapmayı gerektirebilir.

      Özellikle ekonomik göstergeler göz önüne alındığında, seçimler sonrasında akla makul gelen, başkanlık hedefine ulaşmış yeni yönetimin bunda böyle, uluslararası çevrelerin güvenini kazanmaya yönelik, içeride ve dışarıda tansiyonu düşürecek ılımlı bir yaklaşım benimsemesi. Tam da bu noktada meclisteki AKP-MHP ittifakının sürdürülebilirliği ve tarafların vereceği karşılıklı ödünler önem kazanıyor. Önümüzde yerel seçimlerin oluşu ise iniş çıkışların sürebileceğini düşündürüyor.

      Burada belki not düşmek gerek. Yeni başkanlık sisteminde meclisin rolü her ne kadar azalmış olsa da, bütçe ve kanun yapma açısından hala kilit bir role sahip. Mecliste tek başına çoğunluğu sağlayamamış olan AKP'nin, cumhurbaşkanın kararlarını geçirebilmesi için ittifak kurması gerekiyor. Ankara kulislerinde AKP'yi partisinin desteğine mecbur gösteren MHP'nin yerini zaman içinde yine milliyetçi çizgideki İYİ Parti'nin alabileceği konuşuluyor.

      Seçim sonrası, AKP-MHP ittifakı önündeki ilk test, OHAL'in kaldırılması olacak. MHP, güvenlik sorunları sebebiyle OHAL'in uzatılmasının savunurken, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Ekonomi Bakanı Mehmet Şimşek'in May ayındaki Londra ziyareti ertesinde ilk iş olarak seçimler sonrası OHAL'i kaldıracakları sözünü vermişti. Şimdilerde, iki partinin uzlaştığı ve 18 July'dan itibariyle OHAL'in artık uzatılmayacağı söyleniyor.

      Kuşkusuz, OHAL'in kaldırılması, Türkiye'nin içeride normalleşmesinin önünü açacak, dışarıda ülkenin imajına olumlu katkı yapacak önemli bir eşik. Ancak bunun ötesinde, hak ve özgürlük alanının genişleyeceğine dair herhangi bir çıkarımda bulunmak oldukça güç.

      8 July'da meclisteki yemin törenini takiben Cumhurbaşkanı tarafından bakanlar kurulunun belirlenmesi ve çıkartılacak uyum yasaları ile birlikte Türk tipi başkanlık sisteminin işleyişine dair daha net bir fikir sahibi olacağız.

      Şimdi güçlü lider ve istikrarlı yönetim vaat eden yeni başkanlık sistemiyle yönetilecek olan Türkiye'nin önünde kritik kararlar alması gereken bir dönem var. Özellikle Ankara'nın ABD ve Rusya ile ilişkileri nasıl bir dengede yürüteceği önemli. Bu bağlamda, yine önümüzdeki dönem Türkiye'nin NATO'da mevcut görevlerine ek olarak yeni sorumluluklar üstlenecek olması dikkat çekici. Rusya'dan alınacak S-400'lere karşılık ABD'yle F-35'lerin teslimatına ilişkin perde arkasında yürütülen pazarlıkların nasıl sonuçlandığını göreceğiz. Sahadaki ittifakların değişken niteliği Suriye'ye ilişkin öngörülerde bulunmayı güçleştiriyor. Yine de ABD-Rusya uzlaşmasının kapsamı muhtemelen 16 July'daki Finlandiya'da gerçekleşecek Trump-Putin görüşmesi sonrası netleşecektir.

      Bunun dışında Fethullah Gülen'in iadesi, Papaz Andrew Brunson'ın tutukluluğu, Halkbank'a ceza kesilip kesilmeyeceği, İran'a yönelik yeni yaptırımların olası etkileri Türk-Amerikan ilişkilerinde gündemi belirlemeye devam edecek.

      Avusturya'nın dönem başkanlığını devralmasıyla birlikte AB ile ilişkilerde herhangi bir olumlu açılım beklemediğimiz bir döneme girdik. OHAL kaldırılsa dahi içerideki milliyetçi ittifakın terör yasasında herhangi bir değişikliğe razı olması zayıf bir ihtimal. Mülteci anlaşması kapsamında taahhüt edilen mali yardımın ikinci 3 milyar euro'luk kısmının gönderilecek olmasını, vize serbestisi konusundaki beklentilerin telafi edildiği şeklinde okuyabiliriz.

      Doğrusu, dış konjonktürün otoriter eğilimli yönetimlerin yükselişini desteklediği bir dönemden geçmekteyiz. Bir zamanlar, Türkiye'nin demokratikleşmesine katkıda bulunan AB normatif gücünü kaybedeli epey oluyor. Avrupalı devletlerin başı, birliğin kendi içinde mücadele ettiği sorunlar, transatlantik ilişkilerdeki kırılma ve uluslararası krizler sebebiyle bir hayli kalabalık. ABD derseniz, Donald Trump'ın başkanlık süresi bittiğinde ne liberal demokratik dünya düzeni ne de Amerika bildiğimiz haliyle kalacak gibi. Başkan Trump'ın tek taraflı kararları, NATO, BM ve Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası kurumları zayıflatırken, ABD karşıtı bloklaşmayı da teşvik ediyor. İçeride ise, kürtaj, LGBT hakları ve bireysel silahlanma gibi konularda kilit öneme sahip Anayasa Mahkemesi'ne yapılacak yeni atamayla, dengeler muhafazakârlar lehine değişecek. Amerikalılar, kurumların DNA'sıyla oynandığında, başkanlık sisteminin dengeleme-denetleme mekanizmalarının ne ölçüde işlediğini yaşayarak deneyimleyecek. Dolayısıyla, zaman zaman cılız birtakım eleştiriler gelse bile, Türkiye'deki rejimin niteliği artık ne AB ne de ABD için öncelikli bir konu değil.

      Dünya siyasetindeki tüm belirsizliklere rağmen, jeopolitik konumu Türkiye'yi çevresindeki sorunların çözümünde önemli bir aktör kılmaya devam edecek.